Jules Verne’nin 80 Günde Devr-i Alem’i ilk okuduğumuz romanlardan biri değil midir? Onun gibi dünyanın etrafında dönmek hepimizin hayali değil midir? Biz deneyelim dedik.
150 yıl önceki primitif araçlarla yapılan dünya turunu biz bir Yerli Otomobil ile tekrarlamak istedik. Neden yerli? Çünkü, dünyanın en büyük markalarının OffRoader’ları bu Dünya Turu’nu defalarca yapmışlardı. Elbette 4×4 teknikleriyle fazla zorlanmadan. Fakat, biz “dayanıksız” olduğu iddia edilen yerli otomobillerimizden biriyle, üstelik önden çekişli ve hiçbir modifikasyonu olmadan, hatta biz dahil 400 kg yükle, yani yerden yüksekliğimizi iyice azaltarak bu zorlu mücadeleye girişmek istedik. Üstelik 80 gün gibi bir zaman sınırı da koyarak…
Yani, vizelerimizin kısıtlı süreleri, büyük bürokrasi ve zaman giden gümrük geçişleri, bazı savaş bölgelerindeki geçilmesi neredeyse imkansız bozuk yollar, Rusya Federasyonu’nun genelindeki çok uzun yol inşaatları, zorluğu ve uzunluğuyla ünlü Trans- Sibirya rotasına rağmen ilk 30 gün içinde Bulgaristan, Romanya, Moldovya, Ukrayna ve dünyanın en büyük ülkesi Rusya’yı Batı’dan Doğu’ya geçmemiz gerekiyordu. Ardından da kalan 50 gün sürenin en az 4 haftasının okyanus üstünde geçeceğini bilerek, Meksika, Guatemala, San Salvador, Honduras, Nikaragua, Kosta Rika ve Panama’yı kapsayan Orta Amerika’nın ünlü PanAmericana rotasını 11 günde ve İngiltere’den Türkiye’ye olan son etaplara da sadece bir haftada tamamlamamız gerektiğini biliyorduk.
Ve kafamızda bir sürü denklem, takvim kovalama ve aracı zorluklara karşı koruma stresiyle, #EgeaDunyaTuru serüvenimiz, Ağustos ayının 13’ünde Türkiye’den çıkarak başladı. Egea’mız 16 SHZ 13 plakalı 1.6 E-Torq motorlu otomatik şanzımanlı idi. Tüm eşyalarımız yüklendiğinde arka çamurlukla tekerin arasında 2 parmaklık yer kaldığını itiraf edelim. Fakat, dünyanın etrafını döneceğimiz bir maratona çıkıyorduk ve dikkatli olmalıydık. O sebeple hız sınırlarını hiç aşmadan, Egea’yı zorlamadan ilerlemeye başladık.
Fakat, özellikle Ukrayna’nın batısındaki bölgeden başlayan, yol denemeyecek nitelikteki patikalardan itibaren gerginliğimiz tavan yaptı. Devasa çukurların birinden ikisinden üçünden kaçarken, dördüncüsü “bizden kurtulamazsın” diyordu. Ve bu şartlar Rusya’da da devam edecekti. Şaka değil, Egea tam 3 bin km’den fazla inanılmaz bozuk veya stabilize yolda ilerledi ve tık demedi. En büyük zorluk, ilk 4 bin kilometremiz boyunca Ukrayna ve Batı Rusya’da hiç beklemediğimiz derecede “geçilemeyecek” kadar bozuk yollardı. Hiçbir uyarı tabelası olmadan düzgün asfaltın bir anda parçalanması ve karış derinliğinde çukurlardan sıyrılmak zorunda kalmamız, tempomuzu çok düşürdü.
Yola çıkışımızın tam 3. haftası dolduğunda, Çin’in en kuzey sınırının üstündeki Rus bölgesi Amur’a ulaştığımızda çok şaşırdık. Çünkü efsane doğasıyla ünlü Mançurya’ya girmeden biraz önce tam 10 bin km’yi tamamlıyorduk. Diğer yanda Ural Dağları’ndan Sibirya’ya girdikten sonra Kazakistan’ın en kuzeyinin de kuzeyinde olmak ve oradaki uçsuz bucaksız bozkır üzerinde gün batımından kaçarcasına doğunun alacakaranlığına doğru araç kullanmak bizi çok duygulandırdı. O manzara ve memleketten artık iyice uzaklaşmış olmamız, tek başına olmanın verdiği heyecan unutulmazdı. Asya’nın en doğusu Vladivostok’a kadar tam 12.000 kilometre boyunca altını istemeden en az yüz kez çok sert vurduk, jantları kırarcasına sert çukurlara düştük ve halen tık yok, trim sesleri bile başlamamıştı. Olan Pirelli Cinturato P1 lastiklerimize oldu. Bu kadar dayağa iki lastiğimizi feda etmek zorunda kaldık… Neyse ki yanımızda tam boy iki adet stepnemiz vardı. Diğer yandaysa aracın süspansiyonuna olan şaşkınlığımız vardı. 10.000 km boyunca en az bin büyük çukurdan geçtik. Bazen kesintisiz 5-6 saat bozuk zeminde ilerledik ve süspansiyonun aşırı dayanıklılığı bizleri hem şaşırttı hem de güven verdi.
En büyük derdimiz ise sadece hep doğuya giderken günleri daha kısa yaşamaktı. Saat dilimlerinde artıya doğru ilerlerken günlük sürüş ve çekim planlarımızın gerisine düştük. Hatta bazen akşam yemeği için geç kaldık. 10.000 km’ye ulaştığımızda Türkiye’nin 6 saat önündeydik. Vladivostok’a vardığımızdaysa Türkiye’nin 7 saat önüne geçmiştik. Rota hakkında aklımızda kalanları özetleyecek olursak; Güney ve Doğu Rusya’nın tüm şehirleri birbirinden güzel. Samara, Ufa, Omsk, Krasnoyarsk, Batı Avrupa’dan farksız kalitede modernlikle eski kültürü birleştirmiş şehirler. Şaşırtıcı fakat gerçek, tüm Rusya’nın temizliği, çevre düzenlemesi ve yeni yolların inşası çok etkileyiciydi. Özellikle şehir içi trafikte kurallara yüzde yüz uyan, saygılı, Rus plakalı araçlar da şaşırtıcıydı. Ural Dağları’na kadar her yer bildiğimiz Doğu Avrupa görünümünde. Fakat, Urallar’ın ardından başlayan 13 milyon kilometrekarelik Sibirya’nın binlerce kilometrelik yolları boyunca hiç bitmeyen ormanların içinde ilerlemek büyüleyiciydi. Bu kadar büyük orman alanı adeta dünyanın akciğeri!
Sonbahara girerken bile sararmayan tayga ağaçların trilyonlarcası arasından bazen tundraya, bazen de steplerin bataklıkları üzerinden güneşin kızarttığı batıdaki ufka dalıp gitmek unutulmayacak anılarımız arasında. Bu arada Rusya Avrupası’nın binlerce dönümlük devasa tarlalarını da hiç unutmayacağız. Bazen on dakika boyunca sadece tek bir buğday ya da ayçiçeği tarlasının yanında gidiyorduk. Diğer yanda dünyanın en büyük tatlı su rezervi Baykal Gölü’ne doğru yüzlerce virajlı iyi asfaltlanmış yollarla kozalaklı ağaçların içinden dağları aşmak… Her otomobil severin rüya yolu böyle olmalı. Bu arada sabah ve akşam saatlerinde Baykal Gölü civarında sakın dolaşmayın, çünkü Baykal, güzelliği kadar iri sivrisinekleriyle de ünlü! Avrasya’nın sonuna kadar 12.000 km boyunca saatte 70 kilometre hız ortalamasıyla ilerlemek için hesap yaptık. Malum bozuk yollardan saatte 25-30 kilometre hızla geçebilirken, izin verilen yerlerde toleransla 90 km/s hıza çıktık… Fakat, 80 Günde Devr-i Alem iddiamız için, günlük ideal sürüş süremizi uzun tutmak zorunda kaldık. Tek seferde aştığımız en uzun mesafe ise Ural Dağları bölgesinde 1230 km oldu. Yani kontağı çevirip bir kez hareket ettikten sonra, aynı gün içinde motoru susturmadan sadece tek depo yakıt alıp, hiç durmadan gittik.
Ve 4 Eylül’de 12 bin kilometremiz tamamlanırken Vladivostok’a, Asya’nın en doğu ucuna vardık. Maalesef, oradan Orta Amerika’ya kalkan direkt bir şilep bulamayınca, Japonya’ya geçmeye karar verdik. Yine çok uzun ve zorluklarla dolu gümrük işlemlerinin ardından bir feribotla Güney Kore üzerinden Japonya’ya geçtik. Osaka, Kyoto, Tokyo ve Yokohama arasındaki köy yollarından inanılmaz pahalı gök yollarına, otobanlardan uzun tünel ve köprülere, elbette ters trafikte, çok zor anlayabildiğimiz Japonca trafik tabelalarıyla savaşarak bir hafta geçirdik. Türk plakalı Türk Malı bir otomobil ilk kez Japonya yollarına çıkmıştı. Gümrükçüler bunu teyit ediyorlardı, çünkü ilgili mevzuat ve başka bir örneği bulamadıkları için giriş işlemleri olması gerekenin üç misli zamanda, yani tam bir günde tamamlanmıştı. Dünyanın her yerinden kopuk, faklı kültür ve anlayışlarıyla, fakat tertemiz yol ve çevre düzenleriyle çok beğendiğimiz Japonya’yı Meksika’ya direkt gidecek bir Maersk gemisiyle 19 Eylül’de terk edecektik. Fakat, okyanus geçişinin gümrük, yükleme ve evrak işlemleri çok daha uzun süreceği için Egea’mızı tambir hafta öncesinden nakliye alanına bırakmak zorunda kaldık.
Anlatılacak, yazılacak çok hikaye var. Onları da Orta Amerika ve Avrupa’yı tamamladıktan sonrasına bırakalım…
YAZI:OKAN ALTAN
0 comments